Sığacık'ın Gölgesinde
SIĞACIK’IN
GÖLGESİNDE
Sığacık, sabahın ilk ışıklarıyla uyanan bir deniz perisi gibidir. Her taş duvarı, denizden gelen tuzlu rüzgârlarla sarılıp sarmalanır. Dar sokaklarında yankılanan ayak sesleri, zamanın kalp atışları gibi ritmik ve sakindir. Şaşar kalırsın! Eski taş evler, çatılarından süzülen begonvil dallarıyla gökyüzüne uzanır, sanki masmavi boşluğa şiirler fısıldar. Sahildeki balıkçı tekneleri, sabahın serin nefesinde uyuyan devler gibi usulca sallanır, yosun kokusuyla örtülü ahşap gövdeleriyle geçmişin tanıklığını yaparlar. Bayılırsın!
Her sokak köşesi, bir hikâye saklar azizim otursan birkaç mısra şiir yazasın gelir. Üzeri çatlamış eski mermer çeşmeler, kim bilir hangi dervişlerin susuzluğunu gidermiştir. Çarşının renkli tezgâhlarında dizilmiş zeytinler, güneşte kavrulmuş yüzyılların tadını taşır. Gün henüz başlamamışken, fırından yükselen taze ekmek kokusu, sabahı bir bayram gibi müjdeler. Kendinden geçersin!
Deniz, sonsuz bir sabırla kıyıyı öperken, uzaklardan gelen martı çığlıkları taş sokaklarda yankılanır. Dalgaların sesleri, bir masalın ritmik tekerlemesi gibi insanları teselli eder. Limanın hemen ilerisinde yükselen kale surları, hem bir koruyucu hem de bir tanık gibi yıllardır kasabayı gözler. Manzaraya doyamazsın!
Geçmişin ruhu, her köşeye siner, ahşap kapılarda, paslı anahtarlarla kilitlenmiş sırlar saklıdır. Akşamüzeri güneş batarken, Sığacık’ın taş evleri, altın rengine boyanır; rüzgâr, yasemin kokusunu fısıldayarak sokak aralarında gezinen hayaletlere rehberlik eder. Sığacık, tarihin ağır gölgesinde saklanan, fakat her yeni güne yeniden doğan bir efsanedir. Hayal edemezsin!
Sığacık sabahın erken saatlerinde uyanır, sokakları denizden gelen yosun kokusuyla dolar, taş evlerin arasında çocukların neşeli sesleri yankılanırdı. Ancak o gün bir gariplik vardı. Sahil kasabasının huzurunu bozan bir şey, görünmeyen ama hissedilen bir gerginlik… Limanda eski bir balıkçı teknesi, kaçak bir yükün izlerini taşıyordu.
Komiser Elif, sabah çayını içerken gelen ihbarla irkildi. Tarihi eser kaçakçılığı... Kasaba, antik bir medeniyetin kalıntılarına ev sahipliği yapıyordu ve bu, karanlık niyetli insanları çekmişti. Gelen ihbar, kıyıdan yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaki terk edilmiş Kervansaray’ı işaret ediyordu. Elif, içgüdülerine güvenerek hemen harekete geçti.
Kervansaray, kasabanın unutulmuş bir yarasıydı. Taş duvarlarının arasına saklanan hikâyeler, asırlardır konuşulmayı bekliyordu. Elif, yıllardır burada saklanan bir sırrın peşine düşerken, geçmişin ağır gölgesini de omuzlarında hissediyordu. Giriş kapısında bir şey fark etti: yere düşmüş eski bir madalyon. Madalyonun üzerindeki sembol, onun çocukken gördüğü bir aile yadigârına çok benziyordu.
O an hafızasında bir şey canlandı. Babası... Elif’in babası, yıllar önce bu madalyonla birlikte kaybolmuştu. Elif, bu olayın sıradan bir kaçakçılık davasından çok daha fazlası olduğunun farkına vardı.
Gece çökmeye başladığında, Elif ve ekibi Kervansaray’a ulaştı. Taşların arasından geçen soğuk rüzgâr, orayı yaşayan bir varlık gibi hissettiriyordu. Elif içeri adım attığında, geçmiş ve bugün arasındaki ince perdeyi hissediyordu. Elindeki el feneriyle ilerlerken, yıkık dökük duvarlar ve paslanmış demir kapılar arasında bir oda dikkatini çekti.
Oda, yıllardır kimsenin dokunmadığı bir tür depo gibi görünüyordu. Eski kitaplar, haritalar ve bir masanın üzerinde duran kırık bir ayna… Aynanın hemen yanında bir günlük. Günlüğü açtığında sayfalar, Elif’in babasına ait notlarla doluydu. Baba-kız arasında hiç konuşulmamış sırlar burada yatıyordu. “Bu lanetli yükü korumak benim kaderimdir,” diye yazıyordu bir sayfada.
Elif’in aklı karmakarışıktı. Babasının kayboluşu bir fedakârlık mıydı, yoksa bir suçun örtbas edilmesi mi? Ancak düşünmek için vakti yoktu. Ancak Elif’in zihnini asıl altüst eden, mektubun sonunda yazan şu cümle oldu: “Saklanan gerçek, Kervansaray’ın altındaki mezardadır. Orası sadece tarihin değil, bizim de mezarımız olacak.”
Elif, babasının peşinden gittiği bu yolculuğun sadece bir kaçakçılık davası olmadığını anladı. Kervansaray’ın altındaki mezar, antik bir sırrı ve ailesinin bilinmeyen kaderini saklıyordu. Ama bu sırra ulaşacak cesareti var mıydı?
Elif, Kervansaray’ın altındaki geçitten süzülen soğuk havayı hissettiğinde, içindeki his daha da yoğunlaştı. Bu geçit, sadece tarihin değil, ailesinin de bilinmeyen kaderine açılan bir kapıydı. Babasının mektubundaki uyarılar kulaklarında yankılanırken, derin bir nefes aldı ve adımlarını karanlığa doğru attı.
Geçidin sonunda geniş, kubbeli bir oda belirdi. Ortasında devasa bir taş lahit duruyordu. Lahitin üzerindeki işlemeler, kayıp bir medeniyetin izlerini taşıyordu. Ancak Elif’in dikkatini çeken şey, lahitin hemen yanındaki eski bir mektup ve fotoğraf oldu. Fotoğraf, genç bir adamla küçük bir kız çocuğuna aitti. Babası ve kendisi...
Mektupta şu cümle yazıyordu:
“Bu hazine,
bir lanetin bedeli. Onu korumak, bizim kanımızda var. Ancak gerçek miras, senin
yolculuğunda saklı, kızım. Tarihi korumak, sadece geçmişi değil, geleceği de
inşa etmektir.”
Elif’in gözleri doldu. Babası, bu laneti durdurmak için kendi hayatını feda etmişti. Ama şimdi onun omuzlarında aynı sorumluluk vardı. Lahitin kapağını kaldırdığında içi boştu. Bu, sadece fiziksel bir hazine değil, daha büyük bir sırrın anahtarıydı. Tam o anda bir ses duydu: “Doğru yerde ama yanlış zamanda geldin, Komiser.” Arkasında Nejat duruyordu, elinde eski bir antik bıçak. Elif, babasının fedakârlığını anladığı anda hızlı davrandı. Nejat’ı etkisiz hale getirerek odadaki sembolü harekete geçirdi. Lahitin altındaki mekanizma çalıştı ve zemin yavaşça kapanmaya başladı. Elif, geçidin yok olacağını anladı. Son anda yukarıya çıkmayı başardı, ama Kervansaray’ın altındaki geçit artık sonsuza dek kapanmıştı.
Sığacık yeniden sessizliğe büründü. Ancak Elif, bu yolculuğun gerçek ödülünün tarihi koruma sorumluluğu ve babasının mirasını onurlandırmak olduğunu anlamıştı. Her şey bittiğinde, kasabanın sokaklarında gezerken eski madalyonu avucunda tuttu. Bazen hazine, para ya da altın değil, geçmişin ve geleceğin izleri arasında kurulan bir bağdı.
Sığacık, her sabah geçmişin ağır hırkasını omuzlarına alır, sessiz bir hüzünle ama gururla güne merhaba der. Kale duvarlarına sinmiş yaşanmışlıklar, asırlardır dile gelmeyi bekleyen ağıtlar gibi rüzgârla fısıldar. Limanda salınan tekneler, denizle sevdalı bir çift gibi ayrılıp kavuşmanın sonsuz döngüsünü yaşar. Her taş duvar, her dar sokak, unutulmuş aşklara ve yarım kalmış vedalara tanıklık eder. Sığacık, zamana direnen bir ana gibi, her misafirin kalbine geçmişten bir hatıra bırakır ve onları bir daha asla unutmaz.
0 Yorumlar